Blog

Fırfırlı Bir Rüya – Edip Gökçe

IMG_20241113_204744
Mektup

Fırfırlı Bir Rüya – Edip Gökçe

Kaç gecedir uykumu konuşuyorum üçüncü perdenin ardılı olan sen haliyle, sözcüklerini susan yarım bir alfabenin diliyle ve eksildikçe tümlenen belgisiz bir tasanın heyecanıyla. Kendime varma çabasında yalın bir kimsesizliği öğreniyorum mütemadiyen, hecelerden ve tümcelerden korkmuyorum niyeyse, bir kavuşma içinde varlığı susuyorum ve gözlerimin kahrıyla özlüyorum geceye üzülen sensizliği. Sonra yalnızlığı düşlüyorum iki bellek arasında ve alabildiğine çaresizliğe dönüşüyorum, anlam içinde halsizliğe birikiyorum ve kaçıncı kerede kendimi yanıldığımı bir türlü anlayamıyorum. Kahır bu ya hani, ellerimin hüznü balkondaki bana benzeyen papatyaların konuşmasına ve kokusuna düşüyor, çok geçmeden balkonun dokusuna komşuluk eden karıncaların omzunda yük olan bir yele kök salıyorum ve anlıyorum ki olanca yalnızlığımla giderek kalabalık dışında kalıyorum. Bilmiyorum, her şeyin sebebini kavrama çabam hiç de anlamlı gelmiyor o an ve anlamsız kılınmak istediğimi hissediyorum hızlıca, sonrasında tekrarsız bir an olayım ve yastığımı ev bilen rüyalarımı sen diye hece hece susayım istiyorum. İstemekle olacak şey değil bir rüyanın içinde suskunluğu çoğalmak, insan kendini ne kadar soyunacak olsa da bedenine denk geliyor nihayetinde, bedenin sancısı aklın kabuğu oluyor sanki ve belleğinden saklanan bir bilince dönüşüyor her şey. Korkmuyorum kendimden aslında fakat öte yandan korkmam da gerekiyor, farkındayım, ya öteki ben, benden korkuyorsa ve ben sayılan gölgem bundan habersizse, aman canım bu da onun derdi olsun, nasılsa ölmeden evvel bir iki kez denk geleceğiz onunla, fazlası değil, uykumda bile az ile çok arasında kayboluyorsam bunun devası onda değil, o da ben gibi çaresiz, seziyorum. İşin aslı ne ben onun gibiyim, ne de o ben gibi, iki kaybolan yarımın özleminden öte bir şey değiliz. Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum sanırım, insan bildiğini sandıkça daha çok kayboluyor, bu dediğim sanıyı da bilmiyorum fakat hissediyorum. Dedim ya uykumu konuşuyorum, omzundan üşümeye başlayan sırtımın ve boynumun kamburuyla, nereye varacak olsam eteklerinden taşan ve bileklerinde buluşan yorgunluğuna varıyorum; sayı saymayı unutuyorum çok geçmeden ve parmaklarının bağrına dokunduğu anda sana kavuşuyorum, beni sen haliyle susarak mırıldanıyorum. Ben demeye de utanıyorum çoğu vakit, sen diyerek kendimi yürüyorum, nerem üşüyecek olsa seni giyiniyorum ve gözlerinle nesnelerin oluşuna imrenmekten vazgeçiyorum, aksine toprağın kokusunda bizi arıyorum giderek. Bazan beni ağlıyorsun gözlerine ilişen küçücük bir çocuğun hüznüyle, sonra ben seni ağlıyorum farkında olmadan yakamdaki yorgunluğunun sessizliğiyle, nereye varacak olsak ötekine denk gelme kaygısıyla köşe bucak kaçıyoruz zamandan, halbuki vakitler dilin bilinçle uzlaştığı yerde anlam buluyor, aslında derdimiz anlamlı da değil çoğu zaman ama bir kulp oymaya çok meraklıyız oldum olası. Bahsetmedim sana, geçen gece başka bir uykumda bir sığırcık ile tanıştım, kanatlarından doğuyordu her anı, sonra farkettim ki an dışında gagasından susan zamanı ölüyordu; kanatlarının yolcusu gibiydi, tek beklentisi kendini taklit edecek başka bir sığırcıktı, kanatlarından omzuma varan tüyüyle bana dedi ki: “Ben her öğün tohum ekerim içime, sonra kendimi çoğalırım sesimle ve tokluğumdan başka bir tohum ekerim bir ağacın gölgesi, toprak bana benzer o vakit mevsimler döndüğünde, bense göç yoluna düşerim gök maviye küstüğünde.” O an pek anlamadıysam da şimdi usul usul kavrıyorum dediklerini, her şey kendinden başkasını türemekte, her ses ötekinin ektiği bir yokluk misali, böyle demiş olmalıydı diye düşündüm. Neye yarayacaksa işte, yarım bir farkındalık bu yine, belki yine denk gelirim ona, anlayamadığım kadarını sorarım kanatlarına.


Bugün olanın yarın olmadığı gerçeği üşütüyor beni zaman zaman. Ve öte yandan tümleşik bir çoğulu düşünüyorum sık sık. Varsayılan imgeleri özlüyorum niyeyse. Günlük tutmayı arzuluyorum bazan fakat bazansa ürkütücü buluyorum bu fikri, zira ölümlü bir canlının günü her dem kendine çıkar düşüncesi ile lüzumsuz bulduğum oluyor. Kendimle olan konuşmalarım sık sık nüksediyor. Yalnızlık tekil bir dinleyicim oluyor diye zannediyorum. Sesli olan konuşmalarım oluyor kendimle ve bunu aynanın karşısında çıplak bir halde yapıyorum, halime çok kere tebessüm ediyorum. Çıplaklığımın hürlüğü geleneksel olan acıya ve devinimine baş kaldırıyor diye avunuyorum. Aklım üşüyor o anlarda ama aynaya belli etmemek için büyük bir çaba harcıyorum ve halsizlik çökünce üzerime sandalyeye değin yere uzanıp ajandama bir cümlecik yazıyorum. Bazan saatlerce süren boğuşmalarım oluyor sadece bir cümle ile, sıralı cümleleri seviyorum ama yalın olmayan yakını arzuluyorum diyorum kendime ve o an uzak olan bir bağlaç fikri daha sevimli geliyor. Sonra yazdığım cümleyi aklımda defalarca yaşamaya yelteniyorum, bu pek kolay olmuyor, sözcükleri doğru sıralayamadığımı ya da eksik ve kusurlu ekler kullandığımı farkediyorum. O sırada hızla sözlük okumaya meyil ediyorum. Herhangi bir sayfadan başlayıp saatlerce sözcük okuduğum oluyor. Malum bir sözcüğü yerinde giyinmek her zaman düşünülen kadar çabucak olmuyor. Tıpkı bir uykuya sığabilmek gibi bir şey sözcüklerin anlamlarını yerinde soyunmak. Bilemiyorum, bir derdin orta yerinde konaklamak marifet istiyor; derdin kendisi olmadan vakti gelince kendiyle buluşmak gerekiyor. Diyelim buluşamadık oracıkta, işte o an bir çözülme başlıyor usulca ve erozyona uğrayan ruhun kendisi olageliyor. Kolay değil insanın kendine benzeme devamlılığını yaşaması, hiçbir şey kolay değil, yaşamak da öyle, insan kalmak da öyle ve yaşadığımız kadarını susmak da, bazan uyumak ve uyanmak da öyle…


Bazan rüyamda bir kitap yığınına yaklaşıp, elime tanıdık gelmeyen bir kitabı alıp sessizce konuşmaya başlıyorum onunla. Bazı bazı ise dövüşürken dönüştüğüm oluyor onca cümleyle. Uykumda bile kitapçılara gidiyorum haftada bir kez, rafların arasına gidip geliyorum, seçmiş olduğum her kitabın en az beş sayfasına sarılıyorum iştahla. Çömüyorum yere, bacaklarım uyuşmaya başlayınca usul usul kalkıyorum ve her zamanki gibi “Neden oturacak bir sandalye yok ki burada?” diye söyleniyorum. Aslında uyanacağım endişesiyle rüyama kızıyorum o an. Çoğu vakit olduğu gibi olmayacak bir dileğe hüzünle gülümsüyorum ansızın. Sonra bir kitap listesi ile çıkıyorum kitapçıdan ve gelecek aylar için yeni rüyalar ediniyorum kendime. Rüyalarım bile renksiz, başkaları bir kadınla veya bir adamla sevişir rüyasında ya da ne bileyim uzak Asya’da gizemli bir ülkeyi gezer, kimisi tatmadığı yemekleri yer merakla, bazısı ise başkalarının kahramanı olup birilerini kurtarır, bense rüyamda bile uykumu konuşup, bacaklarım uyuşuna kadar üç beş sayfa kitap okuyup uyanmayayım diye çişimi bastırıp bir sözcüğü falan düşünüyorum ama ne yapayım huyum böyle, benim tasamsa beni senin aklınla uzak içinde bana düşürmek, bunu senden öğreniyorum aslında. Uykumda bile kitap biriktiremiyorum nedense. Kitap biriktirmek dünyanın en aptal eylemi diye sanıyorum, zira kitaplar saklamak için değil, bilakis diğerleri onlara saklanıp başkalarında kendilerini yaşasınlar diye var. Yine de bir çocuğun hevesiyle kitaplara sarılan insanlara seviçle karşılıyorum. Sevmiyorum alışkanlıkları oldum olası, bazı insanları sırf bu yüzden yaşamımdan çıkarıyorum aynı usullukta. Uykumda bile onlara yer bulamıyorum. Zor bir yük alışmak ve birini aramak. Ben en sevdiğim insanları zamansız ve hesapsız kaybettim. Anlattım sana evvelinde. Rüyalarım özlem fikri ile doluşsun istemiyorum sanırım. Ben rüyaların insan yaşamındaki merdivenli güçlüğünü çok önceleri deneyim ettim ve ağırdı bedeli, hâlâ hissediyorum. O yüzden yazarken kendimden uzak düşüp, asla rüyalarımdan bahis etmiyorum. Kendimden ve öğrendiğimden de bahsetmek istemiyorum çoğu zaman, sadece kendimi paylaşıyorum. Çünkü insanlar o vakit kendi kalamayıp susmayı yeğliyor ve

üzülüyorum. Kendi olmak yaşamanın en edinimsel öncülü diye zannediyorum. Budan ötürü saklanmak fikrine firar ediyorum sık sık ve kendime mektuplar yazıyorum kısa kısa da olsa, uykumdan seslenen mektuplar. Bazan sadece zarfı kapatıp okumam gereken tarihi not düşüyorum; bazan okuduğum oluyor mektupları ve imha ediyorum çok geçmeden. Kendimi biriktirme fikri sanırım zihnimi yoruyor olmalı. Uykular da öyle, insanlar farkında olmadan rüyalarına birikiyor olmalı. İnsan bir boşluğa sığmıyor her zaman, bazan birkaç boşluk gerekiyor, ondandır en çok kendime büyütüyor olmam boşluğu. Aralarında oyun oynayan insanlara bayılıyorum, iç seslerini paylaşmalarını çok kıymetli görüyorum oldum olası, benimle oyunlarını paylaşan kimseleri çok seviyorum.


Bazı sabahlar “O sesi deleceğim, insanlara karşı kaba olmak istemiyorum, herkesin bir hassasiyeti var lakin sesler büyümüyorsa delinmeli.” diyerek uyandığım oluyor uykumdan. “Kendimi oyup, biran önce pencereden dışarı çıkmam lazım, kapıdan değil.” deyip, hızla tekrar susuyorum yastığıma. Çürüme bekleyene uğruyor olmalı daha çok. Uzun uzun düşündüm, çoğu kere yokmuşuz neticesine düştüm kendimle yaşam arasında. Evet, şiddet aklın hamurudur ve inkar etmek trajik bir oyunculuktur ama sevmek en âlâ uykudur hâlâ ve uyumayı bilmeyenler yönetiyor bizi, ne kadar üzücü bir netice bu. Bunları sana değil de bir başkasına konuşacak olsam, “Bırakalım bunca romantizmi, şeytan hep tutkularında saklanır insanların. En büyük avuntularıysa kendi biricik mutlulukları süregider.” diyerek azarlayacaklardır beni belki de. İnsanın insandan başka bir diğer avuntusu ise ölüm. Sanırım o geldiğinde yeterince konuşuyor diye pek dilime alamıyorum, öte yandan zihnimde deneyim ettiğim ölüm pek bir uzlaşı eşiğinde olmadı. Olabildiğince uzak durmak lazım acıdan, herkese iyi gelecek kadar iyimser değil ama ondan kaçmak ne fayda, insan bir acının içine doğuyor ve sevinci de kendini onun içinde arıyor.


Sokakta uyumakta olan kediyi bile hor gören insan, sanıyorum kendini hep bacak arasında arayacak her çağda, bu aktarımsal bir kusur olmalı ya da belleğin hükmü kadar yaşayacak bir avunma, bir tür düşünelim ki kendi savunmasını hep cinselliği kavradığı oranda kendi iktidarında aramış olsun. Zavallılık zor bir mesele. Herkes hüznü giyinemiyor, bazısı da hiç soyunamıyor. Uykuma arka pencereden girdim, ön kapının rengini ve merdivenlerin kokusunu sevemedim. Aslında insan koktu bir an aklım, ucuz pansiyonların leş giyinen damarlı kimsesizliği gibi. Ben de kalktım, arka pencerenin sahipliğini üstlendim, sanki üstüme vazifeymiş gibi! Güdüsünün yumağı olan bir tür, insan… Bazan alışkanlıktan gülüyorum kendime, zira ona ya da sana gebe olan korkum hep arsızlığından türüyor. Acıyı bal, tokatı ise ses eyler bazı ruhlar. Cinayet insanın iyi niyeti ile doğan bir karanlıktır diye sanıyorum, halbuki basit bir savunma istenci bilinci kör kılıyor ve insan ilkin kendisinin katili oluyor. Dediydim ya sana yalnızlık zor bir alışkanlık, bazan dayanılacak gibi olmayınca insan acısına bile tutunuyor. Çaresizlik anne olmayla başlayan kadınsı bir haldir diye sanıyorum; erkeklerin de analıkları mümkündür, ortak sevgi bazan buna kapı aralayabiliyor. Yine de bir kadının rahminden türeyen acının hacmi kadar varamıyor anneliğe, aslında anladığımdan konuşmuyorum, seni hissetmek adına saçlarına uyukluyorum sadece.


Bazı bazı huzursuzluk literatür dışı olan bir gülümseme gibi geliyor bana. “Kemirgen sevişenler çağına hoş geldiler, hoş gördüler ve aynaya boğulan uçkurlarında kendilerine öldüler.” diye içten içe üzülüyorum, üstüme vazife değil elbette ama zihnime mani olamadığım bir rengi kulaklarımda duyuyorum. İnsan için üzücü bir netice olmalı bu, halbuki bazımız en masum haliyle sevmeyi huy edindi ama masumiyeti katleden de sevdiğini söyleyenler oldu. Böyle lüzumsuz şeyler düşünüyorum diye kendime kızdığım bile oluyor bazı akşamlar ama düşünmek yakını insanın kendine bölmüyor ve tekrar yere uzanıp yazmaya başlıyorum o sırada. Sadece yazıp okuma isteği ile parkelerin serinliğine düşmeyi diliyorum; mevsim ne olursa olsun, hep aynı fikre tutunuyorum. Malum artık çağımızda beton zeminler terk edildi ve yerini üçüncü sınıf ahşaptan bozma parkelere bıraktı. Ben izlemeyi huy edinmiş bir kimseyim ve aklımda çokça konuşuyorum kalabalıkla, baksana şu halime sana uykumdan sesleniyorum. Yaşanılanlar tanrının elinde büyüyen bir umma değil diye sanıyorum ve insanın aklına pay edildiği kadarını başkalarına sığdırma çabası güç ama mümkün bir eylem gibi görünüyor. Bazan hissediyorum, sığdığım oluyor başka bir hüznün ya da başka bir sesin kalabalığına. “Keza”, “Ama” ve “İle” arasında boşluğu düşünen her kimse her defasında kendine yakalanıp bir başkasını ölme derdine düşüyor. Bazan öğle ve akşam vakitleri kalabalığın içine varıp öyle içten, öyle güzel, öyle hüzünlü şeyler içlenip sessizce bağırıyorum onca kalabalığa, hiç duyan olmuyor gibi geliyor bana ama muhakkak bir yerlerde ben gibi yarım bir uyku vardır diye koskoca bir kenti sanılandan olana dönüştürüyorum, kime ne faydası olacaksa, yok yere kendime dertler ediniyorum işte.


Sana anlattım mu bilmiyorum, uykumda tanıştığım o kadar çok kişi var ki belleğim onların varlığıyla gülümsüyor sanki. Onun mesleğini çok sonraları öğrendim, yine kendi ağzından. Zira insanlara onların kendileri ile ilgili pek özel sorular soramıyorum. Biraz utanırım, biraz da kaygılanırım bazı sorulardan. Oyunun öylesi bana pek eğlenceli görünmez. Nasılsa insanlar kendi istedikleri kadarını anlatırlar, birileri sorduğu için konuşulmaz hiçbir geçmiş ya da hiçbir gelecek diye düşünürüm. Sonja ile ikinci görüşmemizde bana şöyle dediydi:

– Bazan etim ruhuma batıyor ve uykumlarım benim olmaktan çıkıyor. Ölme fikri beni uykumda bile yakalıyor. Bu belirsizlik beni hep huzursuz kılıyor ama uyanınca kendimi sık sık utuyorum…

“Uykun kaç harfli Sonja?” dediydim onu incitme endişesiyle. Gülümsedi ve “Uykusuz bir nefes kadar.” dedi. “Ne kadar güzel!” diye söylendim içimden ve tebessüm ettim öylece. Anladım ki o gün Sonja’nın yalnızlığı kendinden bile ileride ve dördüncü görüşmede bana “Ben bir fahişeyim ve fahişeler gündüz ışığını sevmezler çünkü çirkinleşiriz, bir taş olaydım herhangi bir merdivende ve konuşmanın öznesi olmayaydım. Geceleyin ışıkların iştahlı yanı insanların günahlarını güzelleştirir ama gerçek değildir.” dediydi. “Benim hayattan çok az bir beklentim vardı aslında ama basit istekler her zaman daha ağır bedeller istermiş, bunu öğrendim.” diye devam etti. İçim içime üzüldü de Sonja’ya bir cümle dahi kuramadım, sanki yarım bir cümlecik dahi kursam onu oracıktan kurtaracağım sandım, aldandım işte sözcüklerin yokluğuna ama konuşamadım, ağlamaklı oldum uzun uzadıya, utancımdan belli de edemedim. Uykumda bile utanıyorum başkalarından, ne lüzum var ki bunca kargaşaya, insan alabildiğine çaresiz nasılsa, fazlasına hiç lüzum yok, uykumda bile kendim gibiyim olacak şey değil, insanın değişmediği doğru değil halbuki, aslında doğru diye bir şey de yok, bir uykunun doğrusu ya da yanlışı mı olurmuş, nasıl bir uyku bu benimkisi anlamadım gitti, başkalarının uykusu nasıl acaba, hiç anlatan olmadı bana.


Yağmur davetiye yollamaz insanlara ama güneşin akşamlara saklandığı anlar vardır; kimse kimseyi davet etmez bir damla yağmura fakat renklerin yurdu her daim sevgi, o olmasa neye dönüşürdük kim bilir. Martılar şarkı söylüyor ya şimdi karşı çatılarda ve her gece onları uzun uzun dinliyorum, isim taktığım oluyor bazı seslere ve tanıdığımı sandığım gecelerde gülümsüyorum yatağın içinde. Hem karanlığı hem de martıları susuyorum.


Uykumun dışındalar aslında ama yine de duyuyorum onları. Çocukluğuma uyumaya çalışıyorum her gece, bazan çocukluğumu uyandığım bile oluyor. Aslında bunlar değildi sana sunacaklarım ama olsun, illa susmak lazım geliyorsa kendini susmak en kolayıdır ve yine lüzumsuz bir şimdisi olarak şunu ekleyip yoluna sen diye düşmek isterim. “İnsan, kendine uzak bir ev ama yakını her daim yurt belliyor. Tıpkı ölesiye bir çaresizlik içindeki aşk gibi bir yurt arayışı bu, ben de herkes kadar bulduğumu sandım birkaç kez fakat kimse benle karşılıksız arkadaş olmayı dilemedi niyeyse. Aslında hep uykumdan dışıma doğru konuşan bir sevgiyi umdum. Beklemek ummaktan daha kolay diye zannediyorum, zira cehennemi ölen birisi artık cenneti daha rahat bekleyebilir diye sanıyorum. Kaçıncı kerede sana vardım bilemiyorum; sessiz bir sözcük gibisin, en çok kendine saklanmışsın, nereye varacak olsan hep sana çıkmışsın, şimdisi ben kadar bir yokluk, sonrası ise sen kadar bir varlık olmuş, ben bir uykumdan doğurdum seni, farkında mısın bilmiyorum ama seni ne bir kitaptan ne de herhangi bir karanlıktan okudum, rüyam kadarsın alabildiğine ve gerdanın merdivenli bir rüya misali konuştukça bana çıkıyor sanki, ne garip. Sana ilk kez nasıl seslendiğimi anımsıyorum, usulca ses ettiydim bir yokluğa, “Ne güzel şey bir imgenin oluşunu ya da varacağı en nihai tekrarı hissedip konuşmak, zaten insan mütemadiyen bir çocuğun gölgesinde yaşıyor kendini ve umduğu her şeyi oradan duyup, oraya konuşuyor sanki, ardından zaman ve mekan arasında bir başka kendilik hali arayıp duruyor gibi.” dediydim belki bir ses daha doğar diye. Nereden bilecektim ki senin olanca kalabalığınla bana varacağını. Her şey yerli yerindeyken hâlâ; masadaki kalem, yanındaki lamba, iskemlenin kamburu ve ölüm suskunken hâlâ, seni uyuyorum dudaklarının renginden gözlerine ilişen rüyana değin. Ben uykuyum şimdi rüyanda, sense rüyamda bir uykusun ellerimin sana benzediği yerde.

 

Leave your thought here

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Abone Olun