Acının Ben Hâli: Georg Trakl – Edip Gökçe
Şubat 3, 2025 2025-02-03 9:47Acının Ben Hâli: Georg Trakl – Edip Gökçe
Georg Trakl’ın şiirleri bir anlamda Heidegger’in varlık ve hiçlik üzerine düşünceleriyle ya da Schopenhauer’un acı temelli varoluş görüşüyle güçlü bir bağ kuruyor. Aynı zamanda modernizm bağlamında insanın parçalanmış dünyasına felsefi bir tanıklık sunuyor. “Geceye Şarkı” şiirini düşünecek olursak, gece Heidegger’in “örtük olanın açığa çıkışı” fikrini çağrıştırır. Gece bir perde değil, varlığın çıplaklığını ortaya seren bir alandır onun için fakat bu çıplaklık bir huzur değil, genellikle bir kayboluş ve kendini yok etme hissi doğurur. Trakl’ın şiirlerinde geceye ve karanlığa yönelimi insanın kendi varlığıyla yüzleşme korkusunu ve bu korkunun yarattığı melankoliyi felsefi bir şekilde dile getirdiğini sanıyorum. Öte yandan Nietzsche’nin nihilizmini anımsatan bir boşluk hissi taşır. hayat Trakl için anlamlı bir hedefe ulaşmanın yolu değil, anlamsızlığın içinde bir arayış çabasıdır. Ancak bu arayış sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Trakl’ın varoluşsal krizleri, hayatın herhangi bir nihai anlam taşıdığı fikrine olan inancını kaybetmesiyle derinleşir. Trakl’ın şiirlerinde savaşın ve insanlığın ruhen çöküşünün yankılarını duymamak elde değil. Burada Kant’ın ahlak felsefesindeki rasyonel bir ahlak düzenine duyulan inancın yerini, Nietzsche’nin “tanrı’nın ölümü” sonrası ahlaki kaosuna bırakmasıyla paralellik taşır. Trakl insanın ahlaki bir zeminde çöküşünü anlatır ve öte yandan bu çöküşe derin bir duyarlılıkla yaklaştığını görürüz. bu bağlamda “Geceye Şarkı” şiirinde insanın ahlaki çöküşü, karanlık imgeler ve çürüme metaforlarıyla resmedilir. Bu çöküşe karşı bir protesto ya da isyan değil, daha çok bir kabullenme söz konusudur. Nietzsche’nin nihilist görüşlerinde olduğu gibi Trakl da değerlerin çöküşünü derin bir trajedi olarak hisseder fakat Trakl bu trajediyi yeniden doğuş umudu olarak değil, insanlığın kaçınılmaz sonu olarak görür. Soren Kierkegaard’ın varoluşçuluğu ve “kaygı” üzerine olan düşünceleri de Trakl’ın şiirlerinde yer alan kaybolmuşluk, varoluşsal korku ve kabullenme temalarıyla paralellik gösteriyor. Kierkegaard, insanın yaşamındaki kaygı ve varoluşsal boşlukla yüzleşmesi gerektiğini sık sık söyler, ki bu durum Trakl’ın şiirlerinde de sıkça karşılaştığımız bir hâl. Rilke ve Trakl arasında epeyce benzer bir estetik dikkat çeker. Rilke de varoluşsal yalnızlık, ölüm ve anlam arayışını sıkça işler ve bu yönüyle Trakl ile estetik anlamda bir benzerlik söz konusu. Rilke’nin Duino Ağıtları’ndaki varlık ve yokluk arasındaki ince çizgi yine Trakl’ın şiirlerinde de hissediliyor. Zaten Rilke, Trakl’dan ulaşılması güç şiirlerin şairi olarak bahseder. Son olarak Trakl’ın varoluşsal krizleri, yalnızlık, acı ve nihilizm üzerine düşünceleri, kendisinden çok sonra doğacak Emil Michel Cioran’ın “Yalnızlık Sirki” (Ki eserin hikayesi bile çok dramatik aslında bildiğiniz üzere.) gibi eserleriyle benzerlikler taşıyor. Cioran’ın hayatın anlamsızlığını kabullenme ve bu kabullenişin getirdiği derin melankoliyi dile getirme tavrı Trakl’ın şiirlerinde de görülür.
Geceye Şarkı
Bir nefesin gölgesinden doğma bizler
Dolanıp durmaktayız terk edilmişliklerde
Bizler, yani sonrasızlıkta yitirilenler,
Kurbanlarız, adandıklarımızı bilmezcesine.
Dilenciyiz sanki, yok benim diyebileceğimiz,
Kapalı kapılar önünde birikmiş delileriz.
Körler gibi kulak kabartmışız, içinde
Fısıltılarımızın yitip gittiği sessizliğe.
Hedefi olmayan yolcularız bizler,
Bulutlarız, rüzgârlarda dağılan,
Ya da ölümün soluğunda üşüyen çiçekler,
Yerimizden kopartılmayı beklemekteyiz.
…
Trakl’ın şiirlerinde kelimeler hızla birer yaraya dönüşüyor. “Geceye Şarkı” şiiri bu yaraların en derin olanlarından birisi sanki. Trakl’ın acısını hissetmemek çok zor, çünkü şiirlerinde kendini pek saklamayan ve hatta giderek soyunan birine tanık oluruz. Şiirinde “gece” ilkin bir huzur çağrışımı yapar gibi görünse de aslında bir kabullenmenin ve kayboluşun metaforuna dönüşür. Trakl’ın acısını sadece bireysel olarak ele almamız pek yerli yerince olmaz diye sanıyorum, aynı zamanda evrensel bir kederdir içinde olduğu. insanlığın ruhsal yalnızlığını, savaşların getirdiği trajedileri, yaşamın ağırlığını her hecesinde hissederiz. “Geceye Şarkı” bir anlamda, varoluşun kaçınılmaz sonuna seslenen bir ağıt gibi geliyor kulağa. Bu şiiri okurken hissettiklerim, Trakl’ın ulaşmak istediği yere tam olarak varıldığını gösteriyor bana kalırsa. Kelimelerle yarattığı o karanlık fakat aynı zamanda samimi bir dünyada herkes kendinden bir parça bulabilir. Trakl’ın bu kadar içe dönük ve acı dolu sesi günümüz insanına da şimdisini sesleniyor aslında. “Geceye Şarkı” insanın içsel yalnızlığını ve varoluşsal ağırlığını en çıplak haliyle hissettiriyor. Bu şiiri okuduğumda, sanki sessiz bir ormanda bir gece yürüyüşüne çıkmışım gibi hissediyorum. Etrafta karanlık var ama aynı zamanda bir huzur hâkim, her şey sessiz, tabii bu sessizlikte acının yankısı duyuluyor. Hızla insan için elzem olan her şey sıradanlaşıyor. Trakl’ın dizeleri, bir insanın hem kendiyle hem de dünya ile çatışmasını öyle derinden anlatıyor ki sözcüklerin ötesine geçip bir tür içsel yolculuğa dönüşüyor. O yüzden bu şiiri ne vakit okusam ya da anımsasam elimde olmadan hüzünleniyorum, çünkü Trakl’ın hissettiği o derin acıyı ve kaybolmuşluğu az çok hissedebiliyorum. Bununla beraber epeyce imreniyorum Trakl’a, bu kadar yalın ve samimi hâliyle acısını dile getirebilmiş olmasını çok değerli buluyorum, insan ruhunun direnişine dair bir portresine tanık oluyorum adeta. Şiirler sanılanın aksine insanları birbirine yaklaştırıyor, öteden beri böyle düşünüyorum. Bir şiirin duygusu hayatımızdaki bir anla ya da hisle çoğalan bir bağa dönüşüyor, o yüzden şairler her çağın peygamberleri diye zannediyorum.
Trakl’ın şiirlerinde en dikkat çekici unsurlardan biri imgelerinin yoğunluğu ve çok katmanlı anlam taşımasıdır. Sıkça kullandığı gece, ölüm, doğa, çürüme gibi temalar yalnızca fiziksel gerçeklikleri değil, aynı zamanda ruhsal durumları ve metafiziksel arayışları da simgeler. Bu imgeler rüya ile gerçeklik arasında gidip gelen bir atmosfer yaratır. Örneğin “yıkılmış bir ev”, “karanlık bir orman”, “kanayan gökyüzü” gibi ifadeler hem somut bir fiziksel mekânı hem de insan ruhunun kırılganlığını betimler. Trakl’ın bu imgeleri, aynı zamanda şiirsel bir resim gibidir; okurun zihninde güçlü bir görsel etki bırakır. Bu açıdan Trakl’ın şiirsel dili, resim sanatının estetik ilkeleriyle paralellik gösterir, bir kompozisyon, renk ve ışık oyunları gibi unsurlar şiirlerinde yoğun şekilde hissedilir.
Georg Trakl’ın acıları, insanın kendi içinde taşıdığı o sessiz ve derin çatışmaları, kaybolmuşluğu ve belki de bir türlü anlatamadığı yasları, ağıtları ifade ediyor. Onun acısı bireyin yaşadığı melankoliden daha fazlası, sanki tüm insanlığın kolektif yalnızlığını, kimsesizliğini ve kaygısını giyinmiş gibi görünüyor. Bazımız hayatın çıplaklığını, karanlık halini ve yokluk karşısındaki yitimini öyle derinden hisseder ki, bu onları hem bir yıkıma sürükler hem de olağanüstü bir yaratıcılıkla kutsar. Trakl’ın hissettikleri modern dünyada hâlâ yankı bulan varoluşsal krizlere benziyor. Acı bu yüzden evrenseldir, her devrin kozmik yalanları karşısında daha gerçektir. Trakl’ın şiirlerinde dile getirilen acılar bana kendi insanlığımı, kırılganlığımı ve hatta başkalarının sessizce yaşadığı acılara ne kadar duyarsız kalabildiğimizi sorgulatıyor. Belki de Trakl bu kadar çıplak bir şekilde acı çekmeseydi sözcükleri bu kadar dokunaklı olmazdı diye düşünüyorum.
Onun şiirinden seslenen hüznü, her gün aynı sokakta gördüğümüz ya da her gün aynı durakta yanımızda sessizce duran birinin acısı diye hissediyorum. Suskunluk ağır bir bedel gibi geliyor bana, kendimden öğrendim bunu, aslında ilk gençlik yıllarımda konuşmaya daha hevesli birisiydim, yine de o sessizliği yıkmayı deniyorum sanırım. Acıya övgü yapmak da istemiyorum, güzel sanılan karşısında oransal ve sonsuz bir kaybolmayı da dilemiyorum.
Trakl’ın yaşamaya ve topluma dahil olmaya dair büyük bir yarası var gibi geliyor bana, içine dönük birisi olduğu aşikar ama duvarlarını yıkmak için büyük bir çaba içinde olduğu hissediliyor yer yer. Bilemiyorum ama öz yaşam hikayesinden anladığımız kadarıyla hep bir arayış içinde, şiirlerinde o derin arayışı ve kaçışı görmek çok mümkün. Yaşamı sanki bir içsel huzursuzluğun ve varoluşsal bir boşluğun sonucu gibi duruyor. Topluma uzaklığı, bağımlılıkları ve nihayetinde intiharı, tüm bunlar onun şiirlerine yansıyan büyük bir kaçma arzusunun istenci gibi görünüyor. Trakl’ın en belirgin özelliği, kendini içinde var ettiği bir evrende hapsolmuş gibi hissetmesi sanırım, dış dünyaya ve insanlara o kadar yabancılaşmış ki, şiirlerinde mütemadiyen bir arayış, bir yerden bir yere gitme hali var. Annesi Maria Catharina’nın madde bağımlısı olduğu söyleniyor, çocuklarına karşı ilgisiz bir anne olduğu için Trakl’ı ve kardeşlerini Fransız bir dadı büyütmüştü. Bu bir dışarıda kalmaya dair hüzünlü bir mesafeydi onlar için. Anneleri ile aralarında uzunca bir yabancılık vardı. Belki de toplumun ona dayattığı normlardan, yaşamın rutinlerinden kaçarken, bir yandan da kendi varoluşunu anlamaya çalışıyordu fakat bu anlam arayışı, onu bir çıkmaza soktu. Asıl kaçtığı şey kendi kimliğini bulma ya da kabul etme korkusuydu belki de. Tam da burada şiirini inşa etmişti. İntiharını sadece bir kaçış değil, aynı zamanda bir tür teslimiyet olarak düşünmemiz gerekir. Hayatın onu yavaşça tüketmesine izin verdiğini sanıyorum, son bir hamleyle özgürlüğü aradı ve bunu kimileri gibi intiharda buldu. Tabii bu intiharın otopsisini kavramak pek mümkün değil, zira aktarımsal bir dram bir söz konusu. Bunlar kabaca kuru laflar fakat bu özgürlük, onu daha da yalnızlaştıran bir çözüm oldu sanki. Bu son varışı, acısının ve yalnızlığının en derin ifadesiydi. Şiirlerinde genellikle insanın kendilik hâlini ararken yaşadığı derin yalnızlık ve içsel çatışmayı betimleme çabası boşuna değildi, şiirlerinin bu kadar etkileyici olmasının nedeni belki de bu. Trakl o kadar gerçek ve dürüst ki, içinde taşıdığı karanlıkla sıklıkla yüzleşiyor ve aynı karanlığı dizelerinde aramaya koyuluyor. Bu onun içsel yolculuğunun en saf hali olarak karşımıza çıkıyor. Şiirlerini okurken onun acısını, korkusunu ve yalnızlığını hissediyoruz, çünkü kendi karanlığımıza bir aynanın içinde tanık oluyoruz.
Trakl’ın kız kardeşi Margarete ile olan ilişkisi hakikaten karmaşık ve tartışmalı bir konu. Bazı biyografik kaynaklar ve yazınsal analizler, aralarındaki ilişkinin çok yakın ve duygusal olduğunu, hatta bazılarına göre cinsel bir yakınlık da içerdiğini öne sürüyor fakat bu ilişkiyi kesin olarak tanımlamak zor, çünkü Trakl ve Margarete’nin arasındaki bağ hakkında net belgeler ya da tanıklar yok. Kaldı ki bizi pek ilgilendirmiyor bana kalırsa ama okur bu tip konuları seviyor niyeyse. Bununla birlikte Trakl’ın yazılarında, özellikle Margarete’ye duyduğu derin bağlılık belirgin bir şekilde dikkat çekiyor. İçinde olduğu melankoli, Margarete’nin bir şekilde hayatta var olmasını dileyen, ona yakın olmayı arzulayan bir duygudan beslendiği izlenimi veriyor. Bazı araştırmacılar ise Trakl’ın Margarete’ye olan takıntısının onun içsel boşluğunu ve yalnızlığını beslediğini, akabinde kendi kimliğini ve arzularını anlamada zorlandığını savunuyor. Bu söylentiler şiirlerine yansıyan bir tür içsel gerilim olarak görülebilir. Gerçeklik ile edebi yansıma arasındaki sınır her zaman net değildir, yazarın dünyasında hisler ve ilişkiler daha soyut ve belirsiz bir biçimde var olur, yazıların her daim yaşamında bir karşılığı olmayabilir fakat yazar hayatı hissettiği kadarıyla edebi bir hâle sokabilir. Kız kardeşi Grete, Trakl’dan üç yıl sonra 1917’de intihar ediyor. Bu intiharlara sebep olan çıkmazlardan birisi olarak bu bahsi edilen ilişki gösteriliyor.
Trakl’ın ontolojik oluşu gerçekten çok ilginç ve derin bir mesele olarak önümüze seriliyor, şiirleri insanın varoluşsal yalnızlığı, dahil olduğu boşluğu ve bu dünyadaki geçici varlık sanısını mütemadiyen sorguluyor. Yani Trakl’ın ontolojisi, yukarıda da dikkat çektiğim gibi varoluşun doğasına dair sürekli bir soruşturma, bir arayış ve bir kabullenme çabasına dönüşür. Zaten varlık ona göre, genellikle bir çeşit çelişki ve boşluk içinde şekillenir. Onun varoluşu sadece fiziksel dünyanın sınırlarıyla değil, aynı zamanda insanın içsel karanlığı ve evrensel yalnızlığı ile de sınırlıdır. Şiirlerinde bu yüzden sıkça ölüm, çürüme ve acı temaları öne çıkar, bir yandan da insanın bu dünyada var olma çabası, bir tür içsel yıkım olarak karşımıza çıkar. Trakl’ın boşluk içinde kaybolma hevesi olduğunu düşünüyorum, belki de varoluş bir kayboluşu farketmeyle başlıyor, bilemiyorum. Trakl’ın kaybolma hevesi, varoluşun en karmaşık ve etkileyici yüzlerinden biri gibi görünüyor. Onun için varoluş belki de bir tür arayış değil, kaybolmanın kendisini keşfetmekti. Kaybolmak bir tür bilinçli bir çözülme hali, bir tür içsel boşlukta var olma çabasıdır. Trakl belki de bu kaybolmuşlukta kendini buluyordu, çünkü bir insanın varoluşu, en derin anlamda, kaybolarak, bir tür içsel yoklukla yüzleşerek anlam kazanıyor gibi. Şiirlerinde bu kaybolmuşluk bir tür farkındalık yaratıyor, belki de sadece hayatın ya da varoluşun geçiciliğini, belirsizliğini kabul etmekle varlık anlam kazanıyor. Bu kaybolmuşluk, Trakl’a özgü bir “bulma” yöntemi bile olabilir. Aramak esasında bir tür özgürlük arayışı gibi, hem onun ruhsal tutsaklığını hem de o tutsaklığın farkına varmayı içeriyor. Varoluşun bu kaybolmuşlukla başladığını söylerken, aslında insanın kendisini tanıması için ilk adımın kaybolduğunu fark etmesi olduğunu ima ediyorum. Yani insan dışsal ve içsel dünyasında kaybolduğunda, yalnızca o an, kendi varlığını hissedebiliyor. Trakl bu kaybolmuşluğu, acının içinde bir anlam arayışı olarak yaşıyordu sanırım. Kaybolduğunda dünya ona daha fazla yakınlaşıyor, çünkü o vakit olana ve hissedilene varıyordu sanırım. Belki de Trakl’ın kaybolma isteği varoluşun en tepe hâli olabilir, zira onun için varlık sadece bulmak değil, kaybolarak anlamı ve kendi kimliğini yeniden inşa etmekti.