Blog

“Bilge Karasu” İmgelerin İzinde – Edip Gökçe

bilge-karasu
Genel / İnceleme

“Bilge Karasu” İmgelerin İzinde – Edip Gökçe

Bilge Karasu’nun metinleri, yazılan şeyi değil, daha çok yazanın kim olduğunu merak ettiriyor, çünkü metinlerinin içinde hep bir görünmez yazar var. Yani metinler birinin yazdığı hikâyeler değil de sanki onun iç dünyasından sızan kırılganlıklar, sessizlikler, boşluklar gibi. Karasu’yu düşündüğümde, hep bir yalnızlık bilgini gibi görünüyor bana. Derin, suskun, çok bilen ama hiç acele etmeyen bir adam. Cümleleri bile bunun izini taşıyor, sözcükler arası boşluklar, tekrarlar, suskunluklar hep hissedilerek biçim veriliyor.

 

Karasu’nun yaşamına bakınca da, hep biraz dışarıda kalmış biri hissediyorsunuz, hem dünyadan hem insandan hem de edebiyattan. Kendini hiçbir yere ait hissetmeyen ama bu yüzden de herkesin acısına, yalnızlığına daha fazla yaklaşabilen biri gibi. Bana kalırsa, onun metinleri hep şunu sesleniyor: “Hiçbir hikâye, bir insanın ruhunun derinliğini anlatmaya yetmez.” ve bu yüzden hep eksik, hep kırık, hep tamamlanmamış bırakıyor cümleleri, duyguları.

 

Sizler de farketmişsinizdir muhakkak, Bilge Karasu metinlerinde bir yarım kalmışlık tadı hâkimdir, bitse de bitmemiş gibi gelir okura. Sanki yazan kişi, asla son noktayı koymaya gönlü razı olmamış biri gibi hisseder… Bu yüzden Karasu’yu okumak, bazan bir insanı değil de bir yalnızlığı okumak gibidir. Ona edebiyatımızın suskun sesi desek yeri belki de. Yazdıklarıyla sözcüklerden çok, o sözcüklerin arasındaki sessizlikle yankılanıyor insanda, her daim dilin sınırlarında gezen bir yazar bana kalırsa. Sadece bir hikâye anlatmaz, daha çok bir düşüncenin, bir hissin, bir varoluş hâlinin çevresinde dolanır durur. Hikâyeye yaklaşır ama ona asla sahip olmaz, istemez oraya varmayı, çünkü onun için anlatmak, bir şeyi çözmekten çok, bir şeyi hissettirebilmekten olagelir.

 

Mesela Gece’de, bir anlatıcı yok gibidir, bir karakter var mıdır, yok mudur, şehir gerçek midir yoksa anlatıcının bilincinin bir ürünü müdür, anlayamazsınız. Karasu’ya göre, gerçeklik dediğimiz şeyin kendisi zaten bulanık, kaypak, muğlaktır, dolayısıyla gerçek diye anlatılan varışı pek ciddiye almaz. Aynı şekilde, “Troya’da Ölüm Vardı” bir hikâye gibi başlar ama çok geçmeden fark edersiniz ki hikâyeden çok bir ritüelin, bir varoluş meselesinin içindesiniz. Bütün metinleri okura şunu fısıldar sanki: “Gerçek, anlatılamayacak kadar kırılgandır. O yüzden anlatmayı değil, hissettirmeyi seçtim.” bu öteden beni çok duygulandırır.

 

Öte yandan Bilge Karasu’nun dili, cümleleri adeta bir nefes gibi akar, noktalama işaretleri bile düşünceleri kadar duyguludur, özenle yan yana sıralanıp yalnızların her şeyi olmaya meyil ederler. Okurken bir sözcüğün neden orada olduğunu, aslında metnin bir heykel gibi yontulduğunu hissederseniz, fazlalık yoktur edebiyatında, eksiklik hissi ise bilinçli bırakılmıştır, tıpkı bir rüya gibi. Onun metinlerinde en çok hissedilen şeylerden biri de yalnızlık ve bekleyiştir ama bu trajik bir yalnızlık olarak karşımıza çıkmaz, daha çok insan olmanın sessizliğidir dahil olunan.

Ben hep şöyle hayal ederim Karasu’yu: gece lambasının altında, bir masada, uzun uzun susarak oturmuş… Cümleleri önce içinden yaşamış, sonra yazıya dökmüş ve hatta geceyi delercesine bir kedinin koynunda kaybolmayı tercih etmiş ama sabahlara da yetişmeyi ihmâl etmemiş birisi.

 

Bilge Karasu, bir hikâye anlatıcısı değil, bir anlam arayıcısıdır, böyle okumamız gerektiğine inanıyorum. Onun metinlerinde olaylardan çok, olayların bıraktığı yankılar önemlidir, bir karakterin adını bile bilmeden, onun ne hissettiğini ya da hangi varoluş acısında kıvrandığını hissedersiniz, çünkü Karasu’nun derdi, ne olduğu, nasıl olduğu bile değildir, çoğu zaman sadece olmanın ağırlığıdır.

 

Onun metinlerinde sık sık karşılaştığınız şey, bekleme ve gecikmedir. Bu çok insani bir hâldir, birinin gelmesini beklemek, bir şeyin olmasını beklemek ya da hayatın bir şey sunmasını beklemek… Karasu, bunu yazı diline öyle bir geçirir ki, metinleri sanki sizi de beklemeye zorlar. Cümleler uzar, durur, susar. anlam, hep biraz ötede kalır. Tıpkı gerçek hayat gibi hiçbir zaman tam anlamazsınız, her zaman bir parça eksik kalır.

 

Bir de o meşhur karanlık meselesi var elbette… Karasu’nun dünyasında pek ışık yoktur, aydınlık bir son da yoktur. Hep bir gece hali vardır ama bu karanlık, korkutucu bir karanlık değildir. Daha çok insanın iç dünyasının, bilindışının sessiz, derin gecesidir. Bilincimizin kıyısında bekleyen ama hiçbir zaman tam tanımlayamadığımız hisler gibi. Ben Karasu’yu şöyle betimliyorum: o, bir duygunun tam ortasında oturup, sözcükleriyle o duygunun çevresinde yavaş yavaş yürüyen biri gibi görünür bana, hep içeriye bakan biri, dış dünya onda neredeyse hiç yoktur, dışarıda ne olursa olsun, içte yaşanan asıl hakikattir. Belki de bu yüzden Karasu’yu okumak, insanın kendi yalnızlığıyla baş başa kalması gibi bir şey olarak belirir zihnimizde. Onun cümleleri, okuru sarmaz, tam tersine usulca geri çeker, mesafe koyar. Böylece okur da düşünür ve boşlukları doldurur. Belki de Karasu’nun en büyük ustalığı burada saklı, okuyucusuna tamamlanma hissi değil de eksik kalma cesareti verir. Bu pek az yazarın okuruna verdiği özgürlüktür aslında, tabii okur bu, pek kıymet bilmez.

 

Çok garip, Bilge Karasu’yu konuşurken zaman sanki yavaşlıyor, sözcükler sessizleşiyor, daha düşünceli bir hâle evriliyor zaman, mekânsa usul usul yitiyor. Aslında modern edebiyat içinde çok özel bir yerde duruyor, dediğim gibi onun metinleri hikâye anlatmaktan çok, bir duygunun varlığını hissettirme çabasıyla yazılmış gibidir. Bir romanı okuduğunuzda olaylar, karakterler, çatışmalar beklersiniz ya hani… Karasu’da bu beklenti boşa çıkar. Onun yazdığı şeyler bir tür iç yolculuk, bilinç akışıyla yoğrulmuş, sessizliklerle yazılmış metinlerdir. mesela gece romanında, o meşhur anlatıcı: “Bir gün gece olacak, gece her zamankinden daha uzun sürecek.” der. Aslında bu cümle, “Gece”nin yalnızca saatler arası bir şey olmadığını, bir hal, bir durum, bir varoluş biçimi olduğunu fısıldar okuruna. Hayatta da böyle değil midir? Bazan bir gün, bir mevsim ya da bir yıl boyunca, hiç sabah olmuyormuş gibi hissettiğimiz zamanlar vardır. O yüzden Karasu’nun Gece’si okuyanın hayatına da sessizce sızar. Onun bir başka çok sevdiğim tarafıysa, metinlerinde bedenin ve ruhun ayrılmadan, bir bütün halinde ele alınmasıdır. Hikâyelerinin çoğunda, insanın bedeni de duyguları da düşünceleri de zamana, mekâna karşı hep savunmasız halde durur. Sanki Karasu, insanı soyup, onu yalnızca duygu ve algıdan ibaret bir varlık olarak karşımıza koyar. Bu durum bana öteden beri çok sarsıcı görünür.

 

Bilmiyorum bazan “Seni seviyorum.” cümlesinde bile bir yalnızlık, bir kayıp bilinci hissedilir ya hani, Karasu’da bu hep vardır. Sevgi bile tamamlanmıyor, hep bir eksiklik, bir ulaşamama, bir yarım kalmışlık hissi taşıyor onun yazınında.

 

Metinlerinde belki en çok sessizlik konuşur, dilin sınırlılığını o kadar iyi bilirsiniz ki, cümleler sanki sözcüklerle değil, sözcüklerin aralarındaki boşluklarla anlam kazanır. Bu onun ustalığının tam kalbinde duruyor bence, o yüzden Bilge Karasu sadece bu toprakların değil, diline yurt olmuş sessizliğin ustalarından biridir, bir Fransız ya da bir Perulu okurun da onu hissedebileceğine inanıyorum.

 

Edebiyat tarihçileri Karasu’yu postmodern, varoluşçu ya da modernist gibi kavramlarla tanımlamaya çalışır ama bana sorarsanız, o bunların hiçbirine tam olarak sığmaz. Bilge Karasu, kendi zamanını reddedip, kendine özgü bir iç zaman kuran yazarlardan biridir, bu coğrafyadaki en özelidir. İnsan onu okurken, sanki metni değil, kendisini dinliyormuş gibi hisseder, kaybolup gider cümleleriyle.

 

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nı okuyan biri, onun dünyaya bakışındaki yalnızlığı hemen hisseder, daha kitabın ilk sayfasında gözleriniz buğulanır. Karasu, bu anlatıdaki karakterleri dış dünyayla temas etmeyen, bir iç dünya içinde yaşayan insanlar gibi kurar, inşası bunun üzerine süreklilik kazanır. Yani kendini anlatmak istemese de aslında satır aralarına gizli bir uzaklık duygusu bırakır, ona oradan ulaşırız. O yüzden, Karasu’yu bu kitapta biraz sessiz bir tanık gibi düşünmek mümkün. Hayata dokunur ama bulaşmaz. anlatır ama kendini pek açık etmez. İşte yazarken de yaşarken de muhtemelen böyle biriydi diye düşünüyorum oldum olası.

Troya’da Ölüm Vardı kitabını okurken insan, yazarın ölümle ne kadar soğukkanlı bir dostluğu olduğunu sezer. Ölümü anlatırken ne ajitasyon, ne gözyaşı, ne korku hâkimdir. Adeta bir ağaçtan yaprak düşer gibi anlatır ölümü. Bu Karasu’nun hayata karşı geliştirdiği metafizik sakinliğin bir yansıması gibi görünüyor bana. Yani ölümün gölgesinde büyümüş biri gibi yazmış bu kitabı ve sanki kendi sonunun da çoktan farkında, o yüzden ölüm onu hiç telaşlandırmamış.

Ne Kitapsız Ne Kedisiz, Karasu’nun belki de en kişisel kitabı. Burada onun, nesnelerle, hayvanlarla, sessizlikle ve kitaplarla kurduğu o titiz, neredeyse törensel dostluğu fark ediyorsunuz. Bu kitaptaki yazılar, onun hayatla çok yumuşak, dikkatli ve gürültüsüz bir ilişki kurduğunu hissettiriyor okura. Sözcüklerle değil, suskunluklarla yaşıyor sanki. Karasu, belki de insanlardan daha çok kitapları ve kedileri seviyordu, insan bu düşünceye sık sık denk geliyor o söz konusu olunca.

Klavuz romanı, Karasu’nun dünyayı nasıl algıladığının en karanlık haritası âdeta. Anlatıcı kayboluyor, şehir yabancılaşıyor, insan kendi kendine bile yabancılaşıyor. Yani Karasu’nun hayatında da bu kaybolmuşluk hissi çok kuvvetli. Kılavuz’da o kadar çok yolunu arayan karakter var ki, sanki o da kendi iç yolculuğunda hep bir yön, bir iz aramış ama asla tam bulamamış gibi. Belki de onun yazması bu yüzden hiç bitmemiş, zaten benim inancım yolunu bulamayanların ve bilinçli bir şekilde kayboluşu yaşayan insanların yazıyı edebiyata dönüştürdüğü yönde.

 

Göçmüş Kediler Bahçesi, Bilge Karasu’nun belki de en hüzünlü, en sessiz, en yavaş okunan metinlerinden biri. Sadece bir hikâye kitabı değil aslında, yaşamın, kayboluşun, hatırlamanın ve bekleyişin kırılgan anatomisi gibi. Daha kitabın kapağında bile Karasu’nun bakışını hissedersiniz. Kediler; yalnızlığın, bağımsızlığın, suskunluğun ve zarif bir başka dünyaya ait olmanın temsilcisi gibi geliyor bana. Bahçe, sınırları olan ama bir yandan da doğayla birleşen, yarı açık, yarı kapalı bir mekân. göçmüş kediler… Yani artık orada olmayanlar. Bu kitap yoklukla kurulmuş bir varlık mekânı aslında, müthiş bir çalışma.

Kısmet Büfesi, öykü sınırlarını esneten, düşündüren, insanı ânın ve sözcüğün içinde yolculuğa çıkaran bir metinler bütünü aslında. Hikâye gibi başlar, deneme gibi kıvrılır, masal gibi uçar, bazansa sessizliğin içine oturur ve okur olup biteni sadece izlemeye koyulur. Kısmet büfesi bir anlamda, tıpkı adı gibi rastlantılar ve kırılgan anlarla ilgilenir. Bir büfenin önünde durur gibi seçersiniz ama aslında seçim zaten sizi çoktan seçmiş olur. Kitap boyunca zamansızlık, rastlantı, insanın iç yolculuğu, kayboluş, belki bulamayış hissi öyle ince bir örüntüyle işlenir ki, okurken “Ben bu cümleyi daha önce bir düşte mi duydum?” hissine kapılırsınız. Hayatın tuhaf karşılaşmalarını, bazan bir büfe camındaki buğudan izler gibi, bazansa soğuk bir sokakta beklerken ansızın hisseder gibi yaşarız Kısmet Büfesi’ni. Okurun anlatılan şey kadar, anlatılma biçimiyle de düşünmesini ister Bilge Karasu. Adeta her sözcük birbirine dokunur, cümleler bir melodi gibi akar durur, bazı metinler biter ama asıl cümle sizin zihninizde çoktan başlamış olur, bu kitap öyle bir kitaptır.

 

Öteki Metinler, Bilge Karasu’nun bence en özel, en yoğun kitaplarından biri. Adından da hissettirdiği gibi “öteki” olanın, merkezin dışında, gözden kaçan, kenarda sessizce bekleyen her şeyin izini sürer. Aslında bir anlamda Karasu’nun edebi düşünce defteri gibidir. Öykü, deneme, anlatı kırıntısı, felsefi not, hayata dair sessiz çığlıkların hepsini bir arada farkederiz. Öteki Metinler’de, yazmanın doğasını, dilin sınırlarını, zaman ve varlık ilişkisini sorgular. Bu kitapta metinler hep iki uç arasında salınır, sanki “Bizim gerçek sandığımız şey, aslında yalnızca bir anlatım meselesidir.” der gibi yazdığını hissederiz Bilge Karasu’nun. dil sadece bir anlatım aracı değil, bizzat bir düşünce mekânına dönüşür kitapta.

 

Kitabın akışında birçok metin, hayatın gündelikliğinde gözden kaçırdığımız şeylere parmak basar, bir eylemin başlaması ile bitmesi arasındaki boşluk, suskunluğun anlamı, bir eşyanın ağırlığı ya da bakışın mesafesi karşımıza öylece dikilir ve bizi izler. Tabii yine en güzel Karasu oyunlarından biri burada da var, kimin anlattığı, neyin gerçek olduğu, zamanın nerede kırıldığı asla tam olarak belli değildir. Anlatı, bazan bir düşüncenin, bazan bir rüyanın, bazansa bir anının içinde usulca akar gider.

 

Altı Ay Bir Güz, en dingin ama bir o kadar da derinlikli kitaplarından biri. Sessizliğin, yalnızlığın, bekleyişin ve mevsimlerin ruh haliyle nasıl iç içe geçtiğini anlatır bize. Bu kitap, diğer metinlerine göre daha az katmanlı görünse de aslında Karasu’nun zaman ve varlık üzerine yazdığı en şiirsel anlatılardan biridir. Hikâye gibi okunur ama aslında bir insanın dünyaya, yaşama, eşyaya ve değişime karşı nasıl sabırla durduğunu anlatır. Bir yanıyla, bir bekleme halinin güncesi gibidir. Sanki biri kışın gelmesini, birinin dönmesini, bir şeyin değişmesini bekliyor ama biliriz ki o beklenen şey çoğu zaman gerçekleşmez, çünkü Karasu’ya göre zaten önemli olan beklemektir, beklenen değil.

Altı Ay Bir Güz ismi bile bir mevsim oyunu, altı ay boyunca bir güz mevsimi yaşamak, bir türlü kışa varamamak. Sanki sonbaharın o hüzünlü sarılığı içinde zaman uzar, ağırlaşır, durur. Karasu burada, doğayı ve insanın iç dünyasını bir aynanın iki yüzü gibi gösterir, bir yaprağın düşmesiyle insanın yalnızlığı, bir kuşun ötüşüyle zamandaki kırılma, bir pencere camındaki buğuyla unutulmuş anılar yan yana durur. Kitap boyunca anlatıcı çok sakin bir sesle konuşur ama bu sakinlik aslında büyük bir iç hesaplaşmanın üzerini örter. Çünkü Karasu’ya göre hayat, olup bitenlerden çok, beklenilenlerin ve sessiz kalanların toplamıdır.

 

Lağımlaranası Ya Da Beyoğlu kitabı belki de Bilge Karasu’nun en karanlık, en katmanlı, en derin kitaplarından biri. Adı bile adeta Beyoğlu’nun üstüyle altını, yüzeyini ve içte akanı birleştiren bir çağrışım taşıyor belleğimizde. Bu kitapta Beyoğlu’nu bir semt olarak değil, bir bilinç hali, bir iç dünya, bir arayış ve kayboluş sahnesi olarak ele alır Bilge Karasu. Kitap boyunca, şehir dış dünyadan çok bir labirent gibi işler. Sokaklar bir yerden bir yere çıkmaz, insan bir yere gitmekten çok kaybolmaya doğru yürür, tıpkı zihnin karmaşıklığında dolanan düşünceler gibi. Lağımlaranası sözcüğü, zaten bu durumu çok güzel özetler, bir semtin, bir şehrin, bir insanın dışarıdan görünen yüzüyle, içinde akıp duran gizli, pis, bastırılmış, unutulmuş, saklı şeyler arasındaki fark bu sözcüğe saklanmış olarak okurun karşısına çıkar. Beyoğlu, Karasu için yalnızca bir coğrafya değil, bir insanın kendi karanlığıyla, bastırdığı arzularıyla, yalnızlığıyla ve toplumla hesaplaştığı bir iç manzaradır. Kitapta sokaklar, pasajlar, dar koridorlar, ıssız gece yürüyüşleri hep bir iç yolculuğun sahnesi gibidir. Anlatıcı bazan kimin peşinde olduğunu bile bilmeden yürür, adımlarını bilinçsizce atar ama kendinden kaçtığını ya da kendine doğru yürüdüğünü okur mütemadiyen sezer.

Karasu burada özellikle cinsellik, arzu, yalnızlık ve kentleşme üzerine çok derin bir metin ortaya koyar bana kalırsa. Beyoğlu, bir bakıma hem özgürlüğün hem de hapsolmanın mekânı olur. (Takdir edersiniz ki artık o eski Beyoğlu yok, mekân çoktan yıkıldı bile.) Tabii Karasu her zamanki gibi net cevaplar vermez. Dediğim gibi onun metinlerinde anlam bir sonuca değil de bir hisse ulaşır daha çok, yine öyle olur. O yüzden bu kitap, bir şehrin hikâyesi değil, bir insanın kendi iç dünyasında gezintiye çıkıp, bir türlü eve dönemeyişinin hikâyesidir.

 

Narla İncire Gazel, Bilge Karasu’nun en şiirsel metinlerinden birisi diye düşünüyorum. Aslında bu kitap bir anlatı mı, deneme mi, bir iç monologlar bütünü mü, yoksa bir çeşit felsefi ağıt mı, buna kesin bir sınır koymak çok zor. Çünkü Karasu’nun metni burada tıpkı bir gazel gibi dönerek, dalgalanarak, kendi üzerine kıvrılıp açılarak akar. Narla İncire Gazel, adeta zamanın ve belleğin dokusunda dolanır. Narı ve inciri, yalnız meyve değil, iki zıt kutup, iki varoluş hali, iki iç anlam olarak belirir okurun zihnine. Nar bölünmüşlüğü, çokluğu, parçalanmayı ve incir ise, dıştan sade, içten zengin ve sır dolu yapıyı inşa eder.

 

İçinde sert bir felsefi çekirdek, masalsı bir anlatım ve yoğun bir simgesellik taşır kitap. Karasu burada, yine hem dilin sınırlarında dolaşır hem de zamanın kıyısında bekleyen yaşantıları kâğıda düşürür gibi yazar. Narla İncire Gazel, dış dünyanın gürültüsünden kaçan, dilin kılcal damarlarında dolaşan bir kitabın adı olarak görünür bana, o yüzden yüksek sesle değil, usulca okunmalı, her cümlesi bir yankı gibi, bir şiirin iç sesi gibidir, bırakın o güzelim cümleler nüfuz etsin belleğinize.

 

Nasıl Yazıyorsam Öyleyimdir, Mustafa Araslantunalı’nın gerçekleştirdiği bu son söyleşi, onun olası vasiyetnamelerinden biri olarak görülür. Bilge Karasu’nun yaşamına ve yazı anlayışına doğrudan bir pencere açan, çok özel bir metin. Bir yazarın yazıyla düşünmesinin, düşüncelerini yazıda bulmasının ne anlama geldiğini, belki de en sade ve samimi haliyle burada duyuyoruz. Yazı, onun için yaşamanın ta kendisi, yani Karasu’nun yazdıklarıyla gerçek yaşamı arasında bir mesafe yok. Sözcükler onun iç dünyasının, düşünce ritminin dışa vurumu olduğunu bu metinle daha iyi kavrıyoruz. Söyleşi boyunca şu his çok güçlü olarak hissediliyor: Karasu yaşamı boyunca yazmış, yazdıkça da kendi varoluşunu anlamış bir insan. Yazı onun için dünyaya katlanmanın, kendini dünyaya anlatmanın değil de dünyayı deneyimlemenin bir biçimi olmuş âdeta. Bilge Karasu okurunun bu metni muhakkak okumasını dilerim, hatta elzem buluyorum.

 

Halûk’a Mektuplar, Karasu’nun yakın dostu, şair ve eleştirmen Halûk Aker’’e otuz yıl boyunca yazdığı mektuplarla, 1980’den itibaren Halûk Aker’in ona yazdığı mektupların bir araya getirildiği bir kitaptır, hazırlayan yine Halûk Aker’dir. Bu mektuplarda Bilge Karasu’nun daha kişisel, daha kırılgan, daha sahici yanını gösteren konuşmalara tanık oluruz. Orada bir dostun, bir hocanın, bir insanın iç sesiyle karşılaşırız. Karasu’nun metinlerinde genelde yazar sesi ile insan sesi arasında bir mesafe vardır ama bu mektuplarda bu mesafe neredeyse yoktur. Bu mektuplar, dostluk, yaşam, düşünme halleri ve yazma sancıları üzerine sanki hiç bitmeyecek bir sohbet gibi akar. Mektuplar boyunca felsefe daha yumuşaktır, daha çok sızan bir düşünce olarak mektupların arasından geçer. Yalnızlık, dostluk, yazmanın yalnızlığı, şehir, zaman, yaşamak ve yaşlanmak üstüne hep çok ince gözlemleri vardır bilge Karasu’nun.

 

Sanırım Karasu, Halûk Aker’e mektup yazarken, kendi içini dışarı çıkarır, bir dostun eline bırakır, böylece hem kendini bulur hem kendini kaybeder. Bana kalırsa bu mektuplar, onun kurgu metinlerinde sezdiğimiz yalnızlığın, yaşamın gölgesinin daha çıplak, daha samimi bir itirafıdır. Yine Bilge Karasu okuru tarafından okunmasının çok kıymetli olacağını düşünüyorum.

 

Leave your thought here

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Abone Olun