Göksel İzlekler ve Don Kişot: Üç Çağın Kesişimindeki Bir Kahraman
Ekim 19, 2025 2025-11-27 20:07Göksel İzlekler ve Don Kişot: Üç Çağın Kesişimindeki Bir Kahraman
Göksel İzlekler ve Don Kişot: Üç Çağın Kesişimindeki Bir Kahraman
Kendimi bildim bileli gökyüzüyüm.
Başlangıçtan Önce
Bu yazıyı, birkaç yılda edindiğim bilgileri belli disiplinlerle bir araya getirmek amacıyla değil; var olduğum günden bugüne dek göğün yüzüyle eş tuttuğum yaşamı anlamlı kılmaya çalıştığım için kaleme alıyorum. Çünkü insan, tamamlanmamış bir hayatın sancılarıyla yaşar; dışsal koşulların etkisiyle günbegün büyür, içindeki varlığıyla eş değer bir dünya tasavvuru içinde gelişir. Nefesinden süzülen havayı tekrar tekrar içine almayı marifet sayar. Oysa marifet, karanlığın karşısında dimdik durabilmektir: karşı koymak, ele geçirilmemeyi göze almaktır. Kâinatın içindekilerle kendi içindekinin bir olduğuna, kalabalık bir gürültü içinde direnerek tanıklık etmektir.
Bu düşünceler, oldum olası içimde filizlenen bazı fikirleri daha da besledi. Ve ben, gökyüzüyle olan hesaplaşmamı bir türlü dindiremedim. Bu sebepten, yolculuğumu genişleterek insanlığın var olduğu günden başlayarak gökyüzünü kendime tekrar dokudum. Çoğunun üzerinde uzun uzun durakladım; kimi zaman yollarda kaldım, kimi zamansa yorgunluğuma bir otobüs yetişti. Bazen ne kendimi bildim, ne de gittiğim yönü…
Her ne olursa olsun, yaşam beni kendi uçurumlarında; derinliğin ve genişliğin bitmek tükenmeyen titremesiyle sulamaya devam etti. Öğrendiklerim, idrak ettiklerim, tekrar tekrar düştüğüm hataların içinde, yaşamın nasıl yaşanacağına dair bir öngörü geliştiremedim. Hâlâ bir hayat nasıl yaşanır, bilemiyorum. İç sesimin istemsizce önüme çıkardığı varlıksal sorunları irdeleyerek, ânın kadrinde, sırtıma yüklenmiş ağırlıkların her an alev alabileceğini bilerek yaşıyorum. Kimi zaman seviniyor, kimi zaman yalnız başıma ağlıyorum. Kahrın hecelerinde kendime bir ev inşa edip, günün içime sızdırdığı yaşama katılmaya gayret ediyorum.
Başlangıç
Gökyüzü, insanlığın en eski ortak hafızasını taşır ve bu hafıza, insanın içindeki tinselliğin dışavurumuyla anlam kazanabilir. Bu düşüncemi biraz daha derinleştirmek ve genişletmek adına Joseph Campbell’ın mitoloji tanımına başvurmak istiyorum: Mitoloji, bireyin içinde ikamet eden bir enerjinin kişileştirilmiş hâlidir.¹
Bu tanım, gökyüzünü yalnızca yıldızlarla dolu bir mekân olarak değil, aynı zamanda insanın iç dünyasını yansıtan ortak bir bilinç alanı olarak görmemi sağlıyor. Bu bağlamda gökyüzü, Jung’un semboller aracılığıyla tanımladığı kolektif bilinçdışının görünür hâli olarak da karşımda beliriyor. Bir anlamda, iç dünyanın dışa yansıması ve iç ile dışın uyum içinde bütünleşmesi olarak yorumlayabilirim.
Bu bakışla birlikte, gökyüzünün yalnızca fiziksel değil; kültürel ve edebî anlamda da nasıl bir “yansıtma” işlevi gördüğünü Don Kişot örneği üzerinden incelemek benim için mümkün olacaktır.
Gökyüzü, binlerce yıldır bilgeliğin yıldızlara kaydedildiği bir arşiv olarak hayal edilmiştir. Mitler bu arşivde biçim kazanmış; bireyin içindeki varoluşsal enerji, yıldızlara yazılan hikâyeler aracılığıyla evrensel bir dile dönüşmüştür. Paleolitik Çağ’dan kalma heykelcikleri ve mağara resimlerini bir anlığına gözünüzün önüne getirin: Böylece insanın gökyüzüyle kurduğu sezgisel ilişkinin ne kadar derin ve eski olduğunu açıkça görebilirsiniz. Gökyüzüne bakan ilk insanlar, orada yalnızca ışıkları değil; içsel anlamın yansımalarını da görmüşlerdir.
Yaklaşık İÖ 25.000 yılına tarihlenen Laussel Venüsü, bu bağın en erken ve etkileyici izlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Aynı zamanda içsel anlamın arkeolojik düzlemdeki yansımalarını da gözler önüne serer. Bu figür yalnızca bir beden değil, çok daha fazlasını temsil eder: Boynuzundaki çentikler ay döngüsüne, doğurganlığa ve zamanın döngüsel doğasına; göğsüne koyduğu eli yaşamın kaynağına, göğe kaldırdığı boynuz ise kutsal olanla kurulan bağa gönderme yapar. Bu heykel, bireysel enerjinin -esas olarak tanrıça ruhunun- doğa ve evrenle kurduğu ilişkinin sembolik bir bedene bürünmüş hâlidir. Tıpkı Campbell’ın tarif ettiği mitolojik arketiplerde olduğu gibi.

Resim 1. Laussel Venüsü (Kireçtaşı kabartma, Orinyasiyen, güneybatı Fransa, yaklaşık İÖ 25.000)
Laussel Venüsü, benim için insanın içindeki yaratıcı ve sezgisel gücün yıldızlara bakarak şekillendirdiği en eski anlatılardan biridir. Aynı zamanda, ilk tapınılan varlığın bir kadın olduğuna dair en güçlü kanıtlardan biri olduğunu söylemem pek yanlış olmayacaktır. Bu figürün bakışı gökyüzüne değil, gökyüzü aracılığıyla içe yöneliktir. Ve her mit gibi hem zamana hem insana ait bir köprü olduğunu bize gösterir.
Dolayısıyla gökyüzünü, insanlıkla birlikte yürüyen tarihsel bir yolcu ya da eşzamanlı ilerleyen, devasa bir canlı olarak düşünmek abartılı bir söylem olmayacaktır. Zamanla gökyüzüne dair anlayışlar ve imgeler değişse de, insanlık gözünü göğün yüzünden ayırmamış ve hâlâ ayırmamaktadır.
Miguel de Cervantes’in Don Kişot’u, kadim bakışla modern aklın çatıştığı; göksel düzenin yerini aritmetik evrenin almaya başladığı bir dönemin eseridir. Ayrıca bu eser, Rönesans’ın ufuk çizgisinde yazılmıştır. Burada “ufuk çizgisi” derken Rönesans’ın zirveye ulaştığı fakat aynı zamanda yeni dünya görüşlerine, bilimsel ve felsefi dönüşümlere kapı araladığı bir kırılma anını kastediyorum.
Don Kişot’un yıldızlara dönük bakışı, yalnızca delilikle yaftalanan bir hayalin değil; aynı zamanda insanın evren karşısındaki varoluşsal yalnızlığının ve yüceltilmiş ideallerle girdiği trajik, fandangonik² bir dansın da simgesidir.
Bu dönemin sosyolojik yapısına baktığımızda, Rönesans’ın özellikle göksel semboller ve astrolojik izlekler üzerinden metinlerde yoğun biçimde yer bulduğunu görürüz. Ancak Don Kişot, temelde Orta Çağ’ın şövalyelik anlayışına ait bir figürdür. Buna rağmen kendi varlığını Rönesans’ın evren tasavvuruyla, yani göğe bakan bir bilinçle ve astrolojik sembollerle bezemiştir. Orta Çağ’ın şövalyelik idealleri, Rönesans’ın kozmik ve sembolik dünyasıyla birleşmiştir.
Don Kişot, melez bir karaktere dönüşürken, aynı zamanda Rönesans’ın son dönemini temsil eder. Çünkü bu yüzyılda insanlık, modernizmin ilk kıvılcımlarını çoktan ateşlemiştir. Bu bağlamda Don Kişot, sadece bireysel bir içsel yolculuğun değil; Batı düşüncesinin evrimini, düş ile akıl, gökyüzü ile yeryüzü arasındaki salınımı da temsil eder. Bu yönüyle, Arthur Schopenhauer’in “Dünya benim tasavvurumdur” görüşüyle paralellik gösterir. Çünkü Don Kişot, zihninde şekillendirdiği dünya tasavvuruyla Orta Çağ, Rönesans ve Modern Çağ insanının ortak izlerini taşır. Böylece Don Kişot yalnızca iki çağ arasında değil, üç zaman katmanının kesişiminde konumlanır
Bu yazıda Don Kişot’un göksel sembollerle kurduğu ilişkiyi inceleyeceğim. Zira bu semboller yalnızca evrensel düzeni anlatmakla kalmaz; hayatımızdaki kimlikleri, rollerimizi ve içsel yolculuklarımızı da simgeler. İçsel enerjiyi dış dünyaya yansıtan güçlü göstergelerdir. Mitler bugün gerçek dışı görünse de, uygulamalı mitoloji olarak niteleyebileceğimiz astroloji, hâlâ modern bireyin yaşamına anlam kazandıran bir sistem olarak varlığını sürdürmektedir.
Peki insan bunu neden yapar? Anlam zincirleri kurmak, bu dünyayı daha katlanılabilir kıldığı için mi? Bu soruya başka bir yazıda yanıt arayacağım. Şimdilik önceliğim, göksel sembollerin insanın iç dünyasında beliren anlam zincirine odaklanmak olacak. O hâlde, odağımızı Don Kişot’a ve gökyüzüne çevirelim.
1. Don Kişot’a Gelen İlk Çağrı
La Mancha’lı Don Kişot, adını hatırlayamadığımız bir köyde yaşar. Bir asilzadedir. Cılız bir beygiri ve bir tazısı vardır. Evinde hizmetkârları bulunur. Boş zamanlarında şövalye romansları okumaktan büyük haz duyar; öyle ki zamanla bu tutku aşırılığa varır ve arazilerini satıp evinin her köşesini kitaplarla doldurur. Anlatıcının söylediğine göre, sevgili asilzade Don Kişot, az uyuyup çok okuduğu için sonunda aklını yitirir. Bu yitimle birlikte zihninde çılgınca bir fikir belirir: hem şerefini yüceltmek hem de ülkesine hizmet etmek amacıyla gezgin bir şövalyeye dönüşmek.
Don Kişot’a bu çılgın fikri aşılayan elbette ki şövalye romanslarıdır. Özellikle de Feliciano de Silva’nın kitaplarını diğerlerinden üstün tutar:
“Çünkü onun o parlak üslubu ve karmaşık cümleleri birer inciydi; hele sık sık karşıma çıkan o iltifat ve düelloya davet mektupları: ‘Uğradığım haksızlıklar beni öylesine hâk ile yeksân ediyor ki, hakkım olarak güzelliğinizden yakınıyorum. İlahi varlığınızı yıldızlarla güçlendiren ve yüceliğinizle hak etmiş olduğunuz hakları size kazandıran yüce ilahlar…’”³
Kitabın daha ilk bölümünde “yıldızlar” sözcüğüyle göksel motif belirir: İlahi varlığınızı yıldızlarla güçlendiren ifadesi, bu izleğin ilk örneğidir. Bu göksel anlatım, şövalye romanslarında göksel düzenin insan varlığı ve kaderi üzerindeki etkisine dair dönemin mitolojik ve astrolojik anlayışlarını yansıtır. Burada yıldızlar, yalnızca kozmik cisimler değil; aynı zamanda bireyin kaderini, onurunu ve varoluşsal gücünü şekillendiren kutsal semboller olarak konumlanır.
Bu göksel izlek, Cervantes’in karakterlerinin iç dünyasını ve toplumsal rollerini kozmik bir düzlemle ilişkilendirme biçimini derinleştirir.
2. Gökyüzü ve Anlam Arayışı: Don Kişot’un Kozmik Kararı
Kitabın ilerleyen bölümlerinden birinde, Don Kişot’un omzu paramparça olur. Bu fiziksel çöküş, yalnızca bedenin değil, aynı zamanda ideallerin ve arzunun da yara aldığının sembolik bir göstergesidir. Sancho Panza, efendisini eve dönmeye ikna etmeye çalışır ve bu çabasında ısrarcı olur. Don Kişot ise, Sancho’nun sözlerini kabul ederken şöyle der:
“Güzel konuştun Sancho,” dedi Don Kişot. “Yıldızların şu andaki kötü etkisinin geçmesini beklemek yerinde olur.”⁴
Don Kişot’un bu ifadesi, yıldızların insan yaşamı üzerindeki olumlu ya da olumsuz etkilerine dair kadim inancın bir yansımasıdır. Gökyüzü hareketlerinin insan kaderiyle doğrudan ilişkili olduğuna inanan bu anlayış, tarih boyunca pek çok kültürde güçlü bir yer edinmiştir. Antik çağ eserlerinin Rönesans’ta yeniden çevrilmesiyle birlikte astrolojinin etkisi yeniden canlanmış ve bu eski bilgiler yeni kozmolojik anlayışlarla yeniden tartışılmıştır. Rönesans dönemi, bu eski inançların yeni kozmolojik görüşlerle tartışıldığı bir zaman dilimidir.
Özellikle Kopernik’in (1543) De Revolutionibus Orbium Coelestium (Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine) adlı eseri, gökyüzü ve insan arasındaki ilişkiyi bilimsel bir perspektifle yeniden düşünmeye sevk etmiş, ancak Ptolemaios’un sistematiği hâlâ entelektüel çevrelerde etkisini sürdürmüştür⁵. Bu süreçte, göksel düzenin insan kaderi üzerindeki etkisi, henüz terk edilmemiş, edebi ve kültürel metinlerde varlığını korumuştur.
Bu bağlamda, Don Kişot’un yıldızların kötü etkisi ifadesi, gökyüzündeki yıldız ve gezegenlerin belirli konumlarının, onun davranışlarını ve kararlarını etkileyerek macerasının yönünü değiştirmesi anlamına gelir. Astrolojide, bu tür etkiler genellikle gezegenlerin zorlayıcı açılar yapması veya retro hareketleri gibi durumlarla ifade edilir ve geçici niteliktedir; yani kalıcı olmaz, zamanla değişir ve uyum yeniden sağlanır. Don Kişot’un macerasına ara verme kararı, gökyüzündeki geçici hareketlerin onun kararlarını etkileyip yönünü değiştirmesinin bir sonucudur. Böylece gökyüzü, yalnızca yol gösteren bir ışık değil; insanın eylemlerine ve ruhsal zamanlamasına rehberlik eden kadim bir öğretmen gibi görünür.
3. İyicil ve Kötücül Gezegenler Etrafında Don Kişot
Göksel sembolikleri araştırmaya başladığımızda, gezegenlere yüklenen anlamları daha iyi kavradığımızı görürüz. Metnin bağlamından kopmadan Satürn ve Jüpiter gezegenlerini ele alalım.
Satürn’ün Yunan mitolojisindeki karşılığı Kronos’tur. Gaia ile Uranos’un oğludur. Hesiodos, Theogonia adlı eserinde Kronos’tan şöyle bahseder:
“Bunlardan sonra Kronos geldi dünyaya,
O art düşünceli tanrı,
En belalı Toprak oğullarının
Ve Kronos diş biledi yıldızlı babasına.”⁶
Uranos, titanlardan sonra doğan çocuklarını istemez ve onları Toprak’ın bağrına, yani Gaia’nın derinliklerine saklar. Gaia, çocuklarının bu duruma düşmesine katlanamaz ve Uranos’a karşı koymaya karar verir:
“Benden ve azılı bir varlıktan doğan oğullarım,
Suçlu bir babanın cezasını verelim,
Dinleyin beni, ne kadar babanız da olsa bu varlık
Odur kötülükleri ilk tasarlayan.”
Böyle dedi, korktu herkes, tek ses çıkmadı,
Yalnız art düşünceli koca Kronos
Şöyle söyledi anasına korkmadan:
“Ana, ben göreceğim bu işi, sözüm söz,
Kötü bir babaya acımam, babamız da olsa,
Kötülükleri ilk tasarlayan oymuş madem.”⁷
Böylece Kronos, annesinin isteğiyle babası Uranos’un hayalarını keser ve başa geçer. Ancak bir süre sonra, kendisinin de benzer bir sonla karşılaşacağını düşünerek çocuklarını yutar. Yine de korktuğu gerçekleşir; çocuklarından biri olan Zeus (Roma mitolojisinde Jüpiter), onu alt eder ve tanrılar tanrısı olarak onun yerine geçer.
Bu mitolojik anlatıya ilk bakışta anlam vermek zor olabilir. Ancak Kronos’un babasını devirmesi, ardından kendi oğlundan benzer bir karşılık görmesi, sembolik olarak bir “karmik döngü”yü işaret eder. Kronos’un çocuklarını yutması, korkunun, sınırlandırmanın ve kaderin bir temsili olarak görülür; bu yüzden Satürn astrolojide “kötücül” bir gezegen olarak yorumlanır.
Buna karşılık, Zeus adaleti temsil eder; babasının yuttuğu kardeşlerini kurtarır ve eski sistemi yıkarak daha dengeli bir düzen kurar. Bu nedenle Jüpiter, “iyicil” gezegenler arasında yer alır.
Şimdi bu sembolizmi Don Kişot’a taşıyalım.
Don Kişot, yıldızların kötü etkisine inanarak eve dönmüştür. Günlerini evinde geçirirken bir gün, bakalorya sahibi Sanson Carrasco onu ziyarete gelir. Don Kişot’un maceraları halk arasında epey yayılmıştır; herkes bu serüvenlerin devamını merak etmektedir. Carrasco, bu konuda konuşurken şu diyalog geçer:
“Peki, yazar acaba ardından ikinci kısmın da geleceğini müjdeliyor mu?” dedi Don Kişot. “Müjdeliyor,” diye cevap verdi Sanson; “ama ikinci kısmı bulamadığını, kimde olduğunu da bilmediğini söylüyor; bu yüzden ikinci kısmın çıkıp çıkmayacağı şüpheli. Hem bu yüzden hem de bazıları ‘İkinci kısımlar hiçbir zaman iyi olmaz,’ bazıları da, ‘Don Kişot’la ilgili yazılmış olanlar yeter,’ dediğinden, ikinci kısım olmayacağı düşünülüyor. Yine de Satürn’ün etkisi altında doğan hüzünlü kimseler değil de, Jüpiter’in etkisi altında doğan neşeli insanlar, ‘Kişotluklar devam etsin; Don Kişot saldırsın, Sancho Panza konuşsun; ne olursa olsun, biz memnun oluruz,’ diyorlar.”⁸
Burada aktarılan göksel izlek oldukça anlamlıdır: Satürn’ün etkisi altında doğan bireyler -ki bu, doğum haritasındaki gökyüzü dizilimlerinde Satürn’ün belirleyici olduğu kişileri anlatır- sınırlandırıcı, korkutucu ve karmik olabilir; bu da Don Kişot’un maceralarının sürmesini istememelerine neden olur. Jüpiter etkisinde doğan kişiler ise daha iyimser, geniş ufuklu ve umut doludur; bu yüzden hikâyenin devamını heyecanla beklerler.
Don Kişot’un maceraperest doğası da aslında astrolojik olarak Yay burcunun temsilcisi olan Jüpiter gezegeninin özellikleriyle örtüşür. Cervantes, burada Don Kişot ile Jüpiter etkisi taşıyan insanlar arasında bir bağ kurarak, okuyucuya göksel sembolleri yorumlama imkânı sunar. Bu, yazarın gökyüzü mitolojisi ve astrolojik sembolizm hakkında bilgi sahibi olduğunun bir göstergesi olabilir.
Bunu vurgulama sebebim, astrolojinin yalnızca bir kehanet aracı olarak görülmesini değil; edebi eserlerde karakter çözümlemelerinde, kültürel izleklerde ve sembolik yapılarda nasıl bir okuma aracı olarak işlev kazandığını göstermektir. Bu anlamda, astrolojiyi yeniden düşünmek gerekir. En derin ve zengin örnekleri de edebiyat metinlerinde bulmamız mümkündür.
4. Mars’ın Savaşçı Ruhu Don Kişot’la Birleşiyor
Bu yazının son göksel izleği olarak Mars gezegenine değinmek istiyorum. Don Kişot, kitabın bir bölümünde soyluluktan, faziletten ve şereften söz eder:
“İnsanlar iki yoldan zengin ve şerefli olabilirler hanımlar; birincisi kalem, ikincisi silah. Ben kalemden çok silaha meyilliyim; silahlara olan eğilimime bakılırsa, Mars gezegeninin etkisi altında doğmuşum. İşte bu yüzden, bu yolu izlemeye neredeyse mecburum; bütün dünyayı karşıma alsam da bu yolda ilerlemeliyim; tanrıların istediği, kaderin emrettiği, mantığın gerektirdiği ve hepsinden önemlisi, gönlümün arzuladığı şeyi istemeyeyim diye beni ikna etmeye çalışmanız, boşuna çaba olacaktır.”⁹
Don Kişot’un kendisini Mars’ın etkisi altında doğmuş biri olarak tanımlaması, yalnızca dışsal düşmanlara karşı verilen bir savaşı değil, aynı zamanda içsel yanılsamalarla girişilen bir mücadeleyi de kapsar. Bu yönüyle Don Kişot, Mars arketipinin çağrısına cevap verir: Savaş alanı hem dışarısıdır hem içerisi; düşmanları kadar, hayal gücünün yarattığı dünyayı da aşmak zorundadır.
Bu bölüm, hem göksel izleğin görünürlüğünü hem de üç çağın birleşimini tek bir karakter üzerinden sunar. Öncelikle Mars gezegeninin etkisi altında doğmuşum ifadesiyle başlayalım. Mars, adını Roma savaş tanrısından alır; Yunan mitolojisindeki karşılığı Ares’tir. Mars’ın etkisi altında doğmak, Don Kişot’un doğum anındaki göksel haritasında bu gezegenin savaşçı niteliklerinin belirgin şekilde öne çıktığı anlamına gelir. Cervantes, bu ifadeyle Don Kişot’un gökyüzü konumlarının savaşçı bir karakter yaratmaya elverişli olduğunu belirtir. Yani Don Kişot’un doğum haritasında Mars güçlü bir konumdadır ki, o da silahı ve savaşı seçebilsin. Burada özellikle soluklanmak istiyorum çünkü Cervantes burada yalnızca mitolojik ya da sembolik bir gönderme yapmıyor; aynı zamanda gökyüzü ile yeryüzü arasında bir bağ kurarak karakterini göksel bir haritanın izdüşümüne dönüştürüyor.
Ayrıca Don Kişot’un bu sözlerinde üç çağın izleri açıkça gözlemlenebilir durumda: “Tanrıların istemesi” ifadesi Orta Çağ’ın ilahi düzene dayalı anlayışına bir göndermedir. “Kaderin emretmesi”, Rönesans dönemi astrolojik dünya görüşünü çağrıştırırken; “mantığın gerektirmesi” ve “gönlünün arzulaması”, bireysel iradenin ve öznel arzunun ön plana çıktığı modern çağa işaret eder. Bu cümle, yalnızca Don Kişot’un karakterini değil; aynı zamanda çağlar arası bir geçişi, zihniyet dönüşümünü de dramatik ve felsefi bir biçimde ortaya sunar.
Sonuç
Demek oluyor ki, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana göğe bakan insanlar, orada gördükleri üzerinden anlamlar üretmişlerdir. Aradan geçen onca zamana rağmen bu semboller, birbirlerinin içine katmanlaşarak bugüne kadar taşınmıştır. Don Kişot örneğinde de görüldüğü üzere, göksel izlekler insan varlığı içinde yüzyıllar boyunca defalarca görünür hâle gelmiştir.
Bu yazıda yalnızca dört izlek üzerinden bir yapı kurmaya çalıştım. Oysa kitabın içinde yer alan başka göksel izlekler de var; fakat onlara başka bir yazıda değinmeyi planlıyorum. Umuyorum ki bu yazı, günümüzün popüler ve yüzeysel astroloji anlayışından uzaklaşarak, gökyüzünün insan için nasıl bir anlam taşıdığına ve sanat alanında nasıl temsiller bulduğuna dair küçük de olsa bir pencere açabilmiştir.
Sözlerimi İlhan İrem’in Don Kişot adlı parçasından birkaç dizeyle bitirmek istiyorum:
Yel değirmenlerine karşı Don Kişot muyum
Uçuyorum durmadan, ben pilot muyum
Yel değirmenlerine karşı Don Kişot muyum
Dilimde hep aynı şarkı, idiot muyum
Seyretmesi keyifliydi dostlar, uzaktan sizi
Üç perdelik komedi, oyunlar bitti
Ne alkışlayın ne de ağlayın, kapandı perde
Ne anladıysanız onu düşünün sadece
Kaynaklar
¹ Joseph Campbell, Tanrıçalar ve Tanrıça’nın Dönüşümleri, çev. Nur Küçük, İthaki Yayınları, 2020, s. 51.
² Fandangonik: Uydurma bir sözcüktür. Fandango dansından esinlenerek türetilmiştir. Hızlı, enerjik ve ritmik bir halk dansıdır.
³ Miguel de Cervantes, Don Kişot, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2023, s. 53.
⁴ Miguel de Cervantes, Don Kişot, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2023, s. 433.
⁵ Claudius Ptolemaios, Tetrabiblos, MS 2. yüzyıl.
⁶ Hesiodos, Theogonia, çev. Azra Erhat & Sabahattin Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mayıs 2016, s. 8.
⁷ Hesiodos, Theogonia, çev. Azra Erhat & Sabahattin Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mayıs 2016, s. 9.
⁸ Miguel de Cervantes, Don Kişot, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2023, s. 474.
⁹ Miguel de Cervantes, Don Kişot, çev. Roza Hakmen, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2023, s. 485.
