Blog

Ardışık Bir Kahır – Edip Gökçe

pexels-renato-448562-1264438
Boşluk

Ardışık Bir Kahır – Edip Gökçe

Süleyman, çayımı yine bir kuş döktü bugün, bardaklara inanmıyorum artık. Camın önünde buğuya çizdiğim o teni, gözlerim giyiniyor; çırılçıplak bir boşluğum artık, olmuyor başka türlüsü. Herkes kendi kalbinin ölüsü bu hikayede, yarım kalmışların ve kemirgen ruhlu yalancıların da yasına inanmıyorum artık, yaşamak gerçek dışında kalan bir rüya sadece, baksana masayı anlamaya çalışan parmaklarıma, ne kadar çaresizler ve ne kadar onulmaz bir anı ölüyorlar, halbuki herkes yaşadığını susuyor ve öldüğünü yaşıyor bu dünyada. Karanlığı giyinmişlerin ızdırabı burası, tanrıların vadettiği cennete inanmıyorum artık, bizi kandırıyorlar Süleyman, bunca yazgı sanısı katliamların öncül sebebi. Yemeğimi yine bir gölge çaldı bugün, çatallara ve kaşıklara da inanmıyorum artık.


Bir tesellisi olsaydı hayatı ıskalamanın, ne güzel olurdu, bazan durup durup düşünüyorum, farkında olmayıp yanından öylece geçip gittiğim onca yaşamı, hüzünlenmiyor değilim tabii, yine de yaşamanın şimdisine gülümseyip teselliyi avuç içlerime dönüşen zamanın külü sayılan nefesimde arıyorum. Ne garip şey insan olmak, insan doğmanın kahrıyla yaşamaya çalışmak, halbuki milyonlarca yılın ihaneti var üzerimizde fakat çok geçmiyor ki her şey olağan bir hal kazanıyor insan için. Akılla yaşayan ama akıl dışında kalan tümsüz yarı karanlık bir türüz, çok tuhaf geliyor çoğu şey bazan. Bazan işte, bazansa insandan türeme bir varlık olamanın sevincine düşüyorum, daha çok gülümsüyorum bu kez. Elimde değil ki, sonra gözlerime ilişen her şeyi giyinip kendimi soyunduğum çok oluyor. “Delinin aklı da kendi gibi yarım işte…” deyip teselliyi kiraz ağacının altında beliren sevgilimin sesinin kokusunda buluyorum. Süleyman, canın değerse bir sese beni de yaz oracığa lütfen. Hem belki gök başka türlü dönüşür ruhumda, sense kokumdan olma bir ninni olursun aklımda. Zaman başka türlü konuşur bizi, hem belki de suskunluk kadar oluruz bir dirhem renk içinde. Her şey susmuş gibi sanki; beni, zamanı ve üçüncü kerede bölünen öncesini. Sessizlik susunca en çok sabahları ıslık çalıyor olmalısın, dudaklarında falanca bir dilin türküsü, ıslığını kim duyacak olsa sesine benzeşiyordur, birkaç kez sesini yutkunuyordur belki ya da saçında beliren amansız zamanı üşüyordur. Dalgınsındır yine herhangi bir ana, bir ıslığa tutunup oturduğun iskemleden düşmediğin bile oluyordur. Sabahları üşüyorsundur hâlâ, belki de üşüyen sesindir sadece. Bileklerinin telaşı papuçlarına kadar varıyordur, yarım bir ıslığa susuyorsundur olanca yorgunluğunu. Kim bilir belki de parmakların saklambaç oynamaktan sıkılmıştır ceplerinde. Bazan uykunda dahi konuşmaya heveslidir bir ıslığı dudakların, kirpiklerin göz kırpıyordur karanlıkta beliren renklere, her rengin kapısı başka bir ıslığa çıkıyordur. Uykuna çıkan her pencere başka bir şarkıyı giyiniyordur, soyunmak hiçbirinin aklına gelmiyordur o an, gayrı zamansız olan her şey bir hece sayılmıştır nefesinde. Yakana düşen kirpiğinin şarkısı herkes olmuştur, bir ıslığı bile uyukladığın oluyordur sesin yorulunca. Aklın bin bir türlü bir masalı konuşuyordur o vakit, dudaklarınsa bir sevincin provasını yapıyordur inadına. Hevesin kalmıyordur bazan yaşamaya ama kirpiklerine ilişen gölgen inanmak istemiyordur bu yalana, her şeyin şarkısı diye diline dolanan bir ıslığa inanıyorsundur. Bir tanrıdır belki artık dudaklarını konuşan ve ondandır başkaca seslerin seni kıskanıyor oluşu. Bense falanca bir zaman sonra aynı ıslığa uyanmışımdır; çoktan az, azdan çok sayılan an dışında, kendime yakalanırım gök ellerim olunca. Gün aklımın dışında bir rüya olur boynumdaki bene dönüşürken. Sonra tekrar uyurum kendimi ve aklım hiç susmazcasına bir ıslığa boyanır. Rüyam boyu karanlığı küserim, hele sesler gülümseyince her şey olurum, sense bir ıslığın tarihi olmuşsundur artık, medeniyet diye anılan her an yıkılıyordur karşında. Gariplik bu ya hani, fesleğen gibisindir bir ıslığı konuşunca, ondandır bir ıslığın kokusunu düşünüyor olmam. Ne uzaktır artık bir ıslığı yaşamak, ne de yakındır, kendisi kadar bir mesafededir bana, en güzel uzaklık bu olmalı diyordum öncesinde, şimdiyse yakını konuşan her şey uzak gibi. İki hece var şimdi dilimde, ilki ıslığın kokusundan doğan, ikincisi ise dahasında kendini susan. Bir ıslığı öpüyorum şimdi sevgilimin dudaklarında, dudaklarım ona, o ise bana birikiyor usulca, sonra birlikte çoğalıyoruz dünyayı, toprak gök oluyor ayaklarımızın altında. Ardından bir yıldızı yürüyorum geceleri, “bir çocuğun aklıyla kaç adımdır ki, kaç renge bölünmüştür kendini, bilemiyorum ki, ben kadar bir yokluktur belki de.” deyip her şeyi susuyorum; kulağımda bir ıslığın hikayesiyle tekrar uyuyorum zamanı ve rüyamda en çok bir ıslığın kokusunu özlüyorum.


Sonra aynı karanlığa uyanıyorum Süleyman, dünyayı ve canı katleden yokluğun suçlusu olan faşizmin seyircisi oluyorum yine, bunca acıya susan çaresizliğimize üzülmeden edemiyorum, kimsemiz yok bizim, o kadar yalnızız ki aynı acıyı yaşayan uzaklar gibiyiz, kimse ötekini duymuyor, herkes kendi telaşında ölümün adı oluyor, sessizliğimiz boyunca her şey yeni bir alfabede kendine yer arıyor.


Süleyman, iki sesim var sanki, biri ötekini boğacak gibi olduğunda camdaki buğunun sesiyle ağlayan bir yabancıya dönüşüyorum. Kimse daldaki çiçeğin kahrını bölüşmüyor, varsa yoksa güzelliği tüketen bir iradeyi yaşıyorlar, biz çekmecelerde unutulan mektuplar gibiyiz Süleyman, birinci paragraftan sonra tekrar unutuluyoruz…

 

 

Ağustos 25, 2024 – İstanbul.

 

 

 

 

 

 

Fotoğraf: Pexels Renato

Leave your thought here

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Abone Olun